Ahmet
Haşim, 1921'de nesir yazmaya başlamıştır. İlk nesirlerini topladığı
Bize Göre ile Türk Edebiyatının 'en orijinal üslupçusu' olarak kabul
edilmiştir. Derli toplu, bir konu etrafında şekillenen yazılarında
zarif, ince, sanatlı, işlenmiş, nükteli, şiirsel bir dil dikkati
çekmektedir. Bize Göre'de 42 fıkra bulunmaktadır.
AHMET HAŞİM
1885-
1933 yıllan arasında yaşamıştır. Galatasaray Lisesi'ni bitirmiştir.
Güzel Sanatlar ve Harp Akademileri' nde öğretmenlik yapmıştır. İlk
şiirini 1901'de yazan Ahmet Haşim, şiire öğretmeni Ahmet Hikmet
Müftüoğlu'nun etkisiyle başlamıştır. Ahmet Haşim, önce Fecr-i Ati
topluluğuna katılmış, daha sonra müstakil bir şahsiyet olarak
yazılarına, şiirlerine devam etmiştir. Kendine has sembollerle,
izlenimcilik akımının etkisiyle aruz vezniyle şiirler yazmıştır.
Kendinden sonraki şairleri etkilemiştir. Eserleri, Bize Göre,
Gurabahane-i Laklakan, Franfurt Seyehatnamesi, Piyale, Göl Saatleri'dir.
BİZE GÖRE
Ahmet
Haşim, 1921'de nesir yazmaya başlamıştır. İlk nesirlerini topladığı
Bize Göre ile Türk Edebiyatının 'en orijinal üslupçusu' olarak kabul
edilmiştir. Derli toplu, bir konu etrafında şekillenen yazılarında
zarif, ince, sanatlı, işlenmiş, nükteli, şiirsel bir dil dikkati
çekmektedir. Bize Göre'de 42 fıkra bulunmaktadır.
Eserden Seçmeler
GARDEN BARDA KONUŞAN İKİ ADAM
- Şu ışıklar içinde görünüp kaybolan kadınlara bak! Ne
derilerindeki
beyazlık insan derisi beyazlığı, ne gözlerindeki siyahlık, insan gözü
siyahlığı, ne dudaklarındaki kızıllık, insan dudağı kızıllığıdır.
Tabiatın eserleri hiç de bu sahne yaratıkları kadar güzel değil!
Kırmızı, sarı, yeşil, siyah boyalar, renksiz etleri, çipil gözleri,
soluk dudakları değişikliğe uğratarak, harap uzviyetlerden birer gençlik
ve güzellik mucizesi vücuda getirmiş. Kim diyor ki kadın şimdi, eskisi
gibi, yüzünü sıkı örtüler altında saklamıyor? Ya boya örtüleri?
Bunların altında hakiki çehreyi hiç görmek kabil mi? Boyalar olmasa
bilmem kadın ne yapardı?
- Kadın ne yapardı bilmem... Fakat boyalar olmasa bilmem ki göz nasıl boyanırdı?
LEYLEK
Senelerden
beri leylek görmüyordum. Hatta bu kanatlı yaz seyyahlarının son
senelerde İstanbul'a az rağbetleri herkesin dikkatini çekmişti.
Sonradan öğrendik ki Mısırlılar, bilmem ne sebepten dolayı bu saygı
değer kuşları arsenikti yemlerle öldürüyorlarmış.
Geçen
gün sokakta, gölgeleri mor ve keskin yapan bir Afrika güneşi
aydınlığında yürürken, birden damlar tarafından gelen bir leylek gagası
takırtısıyla durdum. Senelerden beri hasret kaldığı dost sese kavuşan
kulağım, âdeta mesut ağızların geniş tebessümüyle gerilmişti.
Leylek,
yaz mevsiminin kuşu değil, bizzat yazdır. Kırmızı gagasının takırtısı,
ses hâline gelmiş bir sıcak temmuzdur. Bir baca üstünden ufka çizilen
bir leylek şekli, muhayyileye neler hatırlatmaz: Maviliği içi bayıltan
sonsuz, derin gökyüzü... Yeşil bir vadide gizlenmiş minareli, küçük,
beyaz bir şehir... Yarasaların uçuştuğu, kavak ağaçlarının hafif hafif
sallandığı yeşil bir akşam... Sıcak bir Asya gecesi: Damların yan
duvarlarına dayanarak, gizli gizli konuşan ve doğacak bakır bir ayı
bekleyen siyah zülüflü, kırmızı dudaklı, altın ve mercan gerdanlıklı
kadınlar...Alçak bir gece semasına serpilmiş büyük yıldızlar... Bütün bu
yıldızların içinde bir leyleğin düşünen gagası...
Muhakkak,
leylek, ressam ve şairi birtakım karışık ve mevzun hayallere davet
etmek üzere yaratılmış bir kuştur. İşte onun içindir ki maddeye tapan
Mısır köylüsü, kendisine yaramayacak kadar güzel olan bu hayvanı
öldürmek cesaretini kendinde buluyor.
SİNEMA
Boş
vaktim oldukça sinemaya giderim .Yumuşak bir karanlığa gömülmüş,
makinenin hışırtısını dinleyerek, vücudumun değil, ruhumun bir çetin
yol üzerinde mola verdiğini hissederim. Karanlık, ölümün bir
parçasıdır, onun için dinlendiricidir. Büyük dinlenme, bir karanlık
denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir?
Sinemanın
diğer bir fazileti de olgun yaşın, kafatası içinde, bir deste deve
dikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk safdilliğini ve
kolayca aldanış kabiliyetini koymasıdır. Rüya alemi üzerine açılmış
sihirli bir pencereyi andıran beyaz perdede koşuşan, döğüşen, düşen,
kalkan şu ahmak şahısların tatsız tuhaflıklarından veyahut kovboy
süvariliklerinden veya harikulade hırsızlık vak'alarmdan, başka türlü
tat almak kabil olur muydu? İnsan saflığıyla beslenen sinema edebiyatı,
henüz kıymetsiz yazarın işidir. Resmi, beyaz perde üzerinde kımıldayan
şu rimel ile kirpiğin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının
gözünden, damla damla akan sahte gözyaşları, zevkini ve aklıselimini
şapka ve bastonuyla birlikte vestiyere bırakmayan adamı, teessürden
değil, ancak can sıkıntısından ağlatabilir.
Sinema,
böyle yormayan masum bir göz eğlencesi kaldıkça, yorgun başın munis
bir sığınağıdır. Her zevkini kaybetmiş ruhu, çocukluk tazeliğine
kavuşturan bu karanlıkta, basit musiki, tatlı bir ninni vazifesini
görür. Ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemanın, ipek
yastıklar gibi başın arkasına yığılan yumuşak karanlığına borçluyum.
ŞEHİR HARİCİ
Üç
dört seneden beri uzak çiftliğinde, anlar, inekler, keçiler ve
tavuklardan müteşekkil dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan akıllı
bir dostumu ziyarete gittim.
Şehirden
tamamen uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta, tanımak müşkül oldu: Saçları
vahşi bir gelişme ile başını sarmış, rengi bakır kırmızılığı almış,
dişleri uzamış, lehçesinde çetin sesler belirmişti. Alnında ne hüzünden,
ne neşeden eser kalmamıştı. Tabiat, dostumu kendine benzetmiş ve onu
bir kaya parçasına döndürmüştü.
Tabiatın
insana yapacağı en büyük iyilik, şüphe yok ki vücudu böyle haşin bir
zırh ve içindeki ruhu da böyle bir çelik külçesi hâline getirmektir.
Şehirlerin sarı derisini kırların kızıl derisine değişmedikçe güneşin ve
toprağın kardeşi olmak kabil mi?
Derler
ki: Aynı ağaçların, aynı tepelerin ve aynı göklerin sonsuz bir
tekrarından başka bir şey olmayan kır aleminin saadetleri, sırf şairane
bir icat eseridir. Gerçekten, yaşamak hünerindeki aczi yüzünden, şehirde
mesut olamayan şair, Oktruva sınırı dışında bir cennet var
olabileceğini zannetmiş ve başkalarını da buna inandırmak için
asırlardan beri manzum sözün telkin kudretinden yardım dilemiştir. Bu
itibarla şairin kırı, olsa olsa kolay süt, ekmek, peynir ve bal temin
eden bir çiftlik olabilir.
Fakat kır, hakiki kır, sert toprakla sert insanın boğuştuğu bir âlemdir.Kaynak: http://www.edebiyatekibi.com/index.php?option=com_content&task=view&id=211&Itemid=29
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder