Abdülhak Şinasi Hisar, eserlerinin pek çoğunda
İstanbul'u ve İstanbul'un en önemli mekânı olan Boğaziçi, Çamlıca,
Büyükada hayatını konu eder. O, mazinin güzelliklerini bugüne taşımak
için edebiyatı bir araç olarak kullanır. 'Boğaziçi medeniyeti' tabirini
edebiyatımıza sokan ilk kişidir. Boğaziçi Mehtapları bu anlamda önemli
bir eserdir. Abdülhak Şinasi Hisar'ın şahsi hayatından esinlenerek
yazdığı denemelerden oluşur. Denemelerde İstanbul ve Boğaziçi'nin medeniyetimizdeki yerini yazarın usta üslubuyla görürüz.
::: Boğaziçi Mehtapları Eserindenden Seçmeler :::
Tabiat Sevgisi Parçasından
İstanbul'da tabiatın emsalsiz güzelliği,
şüphe yok ki Boğazaiçi'ndedir ve İstanbul'un en güzel semti olan Boğaz'a
o zaman gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti
gösteriyordu. Theophile Gautier için olduğu gibi o zamanki hanımlar ve
beyler için de tabiat var olan, görülen, sevilen bir şeydi. Bu ruhlar
İnsan güzelliği kadar tabiat güzelliğini de duymasını ve sevmesini
biliyorlardı. Bu insanlar daha tabiatla aralarını büsbütün açmamışlardı.
Ruhları ve vücutları birbirlerinden tamamiyle ayrılmamıştı. Şehir her
yanından denizlere ve dağlara, Boğaziçi de her yanından kırlara
açılıyordu. Nakil vasıtalarının iptidailiği, kulübelerde oturanlardan ta
saraylardan oturanlara kadar herkesi mevsimle alakalandırır, sıcak ve
soğuk, rüzgâr ve kar, yağmur ve çamur herkesi meşgul ederdi. Soğuğu ve
sıcağı bütün insanlar duyarlar, konakların, köşklerin odaları da
mangallarla ısınırdı. Eski evlerin hayatı insanları tabiattan şimdiki
apartmanlar gibi ayırmazdı. Eve bahçeden geçilir, bahçe sulanmak için
bir kuyudan su çekilir, çiçekler bahçeden evlere girer, lavanta
çiçekleri temizliği duyuran kokularını yataklara dökerdi. İnsanlar ne
tattıkları zevki değiştiren mevsimleri, ne de sevdikleri hayvanları
düşünmemezlik edemezdi. Evin en rahat köşelerinde kediler horlardı. Daha
eskiden İstanbullu ata biner, ava giderdi. Şehirde kira arabaları kadar
da kiralanan binek hayvanları vardı. Boğaziçi'nde de yalılar Önünde
oltayla yahut da açıkta kayıkla balık tutulurdu.
Boğaziçi'nin hemen kendine
mahsus olan ve sularının nefis meyvelerine benzeyen balıkları vardır.
Bunlar da insanla saatler ve mevsimlerle alakalandırır. Çünkü bazıları
hemen her akşam, bazıları geceleyin tutulur, ekserisinin, birbirini
takible, aylara göre değişen ve hemen bütün seneyi kaplayan ayrı ayrı
mevsimleri vardır.
Sessizliğin Şiiri Parçasından
Maziyi anlamak ve duymak
için bilinmesi lazım gelen, şimdi elimizden kaçırmış olduğumuz bir
nimet, bize yardım elini uzatan bir ilah vardı ki o da her günümüzü
saran nefis bir sessizlikti. Sükût, gramofonlarla yenilerek, radyolarla
kovularak, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle delik deşik edilerek
gitgide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlarının içinde
kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o kadar uzaklaşmıştır ki bazen
ona rast gelince bir lezzet gibi duyuyoruz. Biraz süren sessizlik bize
ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musiki yerine geçiyor.
Vaktiyle Shakespeare de tam bir sessizliğin en tatlı bir musiki makamına
geçtiğini söylemekte haklıydı. Sükûta şimdi bir koruya, bir bahçeye
girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabii ve hemen daimi
iklimimizdi. Sükût esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır
zevklerdi. 0 zamanlarda bol bol kandığımız sessizliğe biz elbette
şimdiki kadar acıkmış ve susamış değildik. Fakat bilakis ona pek alışkın
olduğumuzdan tadını çıkarmasını daha iyi bilirdik.
Hayat mefhumunun
düşünülmesi gündelik patırtılar arasında o kadar güçleşiyor ki bunu
duyabilmek ve tadabilmek için şehrin gürültülerinden kurtulmuş, yıkanmış
olmak lazım geliyor. Şimdi sükûttan öyle mahrumuz ki geçenlerde
Boğaziçi kıyılarında dolaşırken eskiden bildiğim bir ruha tekrar
kavuşur gibi olmuştum. Onu birdenbire tanıyamadım.
Tattığım lezzete akıl erdiremiyordum.
Sükût içinde kendi kulaklarımın uğultusunu işitiyordum. Meğer bu beni
yavaş yavaş sarmış olan eski, rahat ve tatlı sessizlikmiş. Onun nurunda
vücudumun ve ruhumun, eyvah! Ne boş patırtıların kurbanı olarak ne kadar
yorgun, ne kadar yıpranmış olduğunu gördüm.
Şarkıların Dedikleri Parçasından
Boğaziçi'nde bazı yaz
günleri her zamankinden daha güzel olur. Bu harikulade günlerde gökyüzü
daha parlak, deniz daha berrak, dünya daha tılsımlı, hayat daha
mucizeli, tabiat daha ilahî görünür. Bu müstesna günler ruhlarımızı son
haddine kadar açar; fakat asla mesut etmez. Bilakis onların acı duyulan
bir tadı vardır. Zira bilinmez nasıl bir yerden sırrını vermeyen bir ruh
sanki bize bakar; acır mı, acımaz mı? Bilemeyiz; küçüklüğümüzü
gördüğünü sanırız ve mahzun oluruz. Genişlemiş ruhumuza o günlerde
hayat, bütün lezzetiyle, sanki az gelir. Ömrümüzün tabiat kadar güzel
olmadığını ve dünya kadar ebedî olmadığını daha çok duyarız. Henüz
çocukken hassaslığımın daha çoğaldığı böyle günlerde, artmış bir
merakla, bir çiçeğe, mesela bir sümbüle veya denizin içinde açılır
kapanır bir köpüğe benzeyen bir pelteye bakarak uzun uzun daldığımı
hatırlarım. İnsan o nazlı çiçeği gördükçe hep mahvolan bu güzellikler
nedir ve niçindir? Veya denizde canlanmış bir köpük gibi açılan kapanan
peltenin âdeta nebati hayatını gördükçe hep mahvolan bu hayatlar nedir
ve niçindir, demek ihtiyacını duyardım. O ihtişamlı günlerde bütün bu
sualler hep cevapsız kalırdı. Şimdi ne hatırımdaki o güzel günlere
baksam güya o nazlı çiçeğin bir nida işareti gibi açılıp beklediğini ve
sularda yüzen peltenin bir sual işareti gibi açılıp kapandığını
görüyorum.
Mazi Cenneti Parçasından
Geçmiş bir zamanı
diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi tamamen imkânsızdır.
Fakat insanın da, milletin de sağlam temelleri bu tekrar dirilmesine
imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır. Milliyetçilik muarızları en evvel
millî maziyi unutturmak isterler. Bu millete yapılabilecek en sinsi ve
en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini
yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini
kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize
hücum eder. Zira biz o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve
devamlarıyız.
Herkesin kendi mazisine hasret çekmesi tabiidir. Zira bu en
güzel hayat çağında, yirmi yaşlarında bulunduğu zamanı sevmesi ve ona
tahassür etmesi demektir. Mazi en kıymetli zamanlarımızdır. Zira
hatırımızda bugünlerimize kadar devam etmesiyle, en çok uzamış olan, en
çok yaşamış bulunduğumuz zamanımızdır. Mazi hâle uzaklığı nispetinde
sağlamdır ve biz ona hayatımızı uzattığı nispette bağlı kalırız.
----------------------------------------
Abdülhak Şinasi'yi okurken nesrin yazı
olduğunu, konuşma olmadığını tekrar hatırladım. Yazış, yani bütün
san'atlara benzeyen bir san'at. Abdülhak Şinasi, nesre son zamanlarda
unutur gibi olduğumuz bu mevkiini iade eden muharrirlerimizdendir. Bu da
onun hesabına kaydedilecek mazhariyetlerdendir.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Ülkü, 1 Mayıs 1943
Ülkü, 1 Mayıs 1943
Fahim Bey ve Biz muharriri şiirin ve ince
zekasiyle derin hassasiyetinin en tam ve kemali ölçüsünü bize Boğaziçi
Mehtapları'nda vermiştir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Ulus, 1 Aralık 1944
Ulus, 1 Aralık 1944
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder