26 Haziran 2014 Perşembe

Eğil Dağlar Özeti Yahya Kemal Beyatlı

Eğil Dağlar / Yahya Kemal BEYATLI Yazdır


Eğil Dağlar, Yahya Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasında kaleme aldığı yazılardan oluşan bir eserdir. Ayrıca eser, Kur­tuluş Savaşının günü gününe yazılmış en yakın tarihidir. Yah­ya Kemal bu eserle, Millî Mücadeleye bilgi ve fikirle hizmet et­miş, milletimizin kendine güvenmesi ve dimdik ayakta dur­ması için neler yapması gerektiğini anlatmıştır. Kitapta Yahya Kemal'in Kurtuluş Savaşı için yazmış olduğu 86 yazı vardır.
YAHYA KEMAL
2 Aralık 1884'te Üsküp'te dünyaya gelen Yahya Kemal, 1 Kasım 1958'te İstanbul'da vefat etmiştir. İlköğrenimini Üs­küp'te tamamlayan Yahya Kemal, Selanik'te başladığı orta öğrenimini 1902'de geldiği İstanbul'da Vefa Lisesi'nde ta­mamladı. Bir süre sonra da 1903 yılında Paris'e giden Yahya Kemal, Fransızca öğrendikten sonra Siyasal Bilgiler Fakülte-si'ne girdi. Dokuz yıl kaldığı Paris'ten 1912'de İstanbul'a döndü. 1915-1923 yılları arasında İstanbul Üniversitesi'nde çeşitli dersler okuttu. 1923 yılında ise Urfa milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girdi. Ardından 1926 yılında Varşova, 1929 yılında da Madrid Orta Elçiliklerine atandı. Yurda döndükten sonra ise önce 1935-1942 yıllarında Tekir­dağ, 1943-1946 yılları arasında ise İstanbul milletvekilliği yaptı. 1948 yılında yeniden büyük elçi olarak Pakistan'a git­ti, bir yıl sonra emekliye ayrılarak yurda döndü.

ESERLERİ
l.Kendi Gök Kubbemiz (1961)
2. Eski Şiirin Rüzgarıyla (1962)
3. Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963)
4. Aziz İstanbul (1964)
5. Eğil Dağlar (1966)
6. Siyasi Hikâyeler (1968)
7. Siyasi ve Edebi Portreler (1968)
8. Edebiyata Dair (1971)
9. Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım (1973)
10. Tarih Musahabeleri (1975)
11. Bitmemiş Şiirler (1976)
12. Mektuplar - Makaleler (1977)

EĞİL DAĞLAR
Yahya Kemal, klasik kültürden istifade ederek Batı tekni­ğiyle eserler verdi. Avrupa dönüşü Yeni Mecmua'da yayım­ladığı eserleriyle tanındı. Yahya Kemal'in asıl üstünde durdu­ğu konu, Osmanlı tarih şuuru ve şiiridir. Yeni üslup ve sade dille yazdıklarında da yazarın genel olarak Osmanlı medeni­yet ve kültürüne bağlı kaldığı görülür. Onda tarih, vatan, mil­let ve İstanbul sevgisi, hep bu açıdan işlenir. Duygu, düşünce ve hayali ustalıkla kaynaştıran yazar pek çoğuna hikâye ka­rakteri verdiği lirik, epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, de­niz, ölüm ve sonsuzluktan da alır.

Eğil Dağlar, Yahya Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasında kaleme aldığı yazılardan oluşan bir eserdir. Ayrıca eser, Kur­tuluş Savaşının günü gününe yazılmış en yakın tarihidir. Yah­ya Kemal bu eserle, Millî Mücadeleye bilgi ve fikirle hizmet et­miş, milletimizin kendine güvenmesi ve dimdik ayakta dur­ması için neler yapması gerektiğini anlatmıştır. Kitapta Yahya Kemal'in Kurtuluş Savaşı için yazmış olduğu 86 yazı vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: Millî Fikirler, Misak-ı Millî, Rama­zanla Beraber, Kandiller Yanarken, Yunan Buhranı, Tevekkül ve Vazife, İstanbul'da Bekamız, İlimde Amel, Kıssadan Hisse, İstiklal Hissimiz, Yeni Türk Ruhu, 23 Nisan, vb.
EĞİL DAĞLAR'dan
Bu şehir Türk'tür ve Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir âlem kaybeder.
Mütarekenin ilk senesi, eli bayraklı Yunan taşkınlığı, ya­pılacak her alayiş gibi yapılmayacak her nümayişi yapmış, İstanbul'u yâr ü ağyâre bir Yunan şehri olarak göstermeye çalışmış bizim gibi ecnebilerin gözlerini de uzun bir müddet Elenizmos'un tütsüsüyle bulandırmıştı. O senenin ramazanı geldi. Bir gece Rumları tanıyan ve bizi seven bir ecnebi ile Moda'daydım. Karşıdan İstanbul, mahyalarıyla, minareleri­nin şerefelerindeki kandilleriyle görünüyordu. O ecnebi bu manzaraya baktı, baktı: "Bu şehir Türk’tür ve Türk olmasa in­saniyet güzelliğinden bir âlem kaybeder!" dedi. Bu heyeca­nından biraz sonra da bu muazzam mahya ve kandil nümayi­şi karşısında hatırına gelen bir mülahazayı söyledi: "Rumlar bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere başvurmadılar, kendi evlerinden sonra Beyoğlu'nda Türk emlakini da maviye beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız lakin bu akşam ne sizin ne de hükümetinizin tertibi eseri ola­rak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamıyla gösterir." Hakikaten İstanbul'un o gece nümayişi, o senenin bütün çirkin nümayişlerini sön­dürmüştü.

Bu akşam İstanbul'u bir daha o hâlinde göreceğiz. Yalnız artık gönlümüz mahyalara kanmıyor. Uzun seneler vatanda gurbet nasıl olurmuş duyduk. Kazâ ve kaderin cilvesinden sonra istiyoruz ki ramazanı cedlerimiz gibi ferahlı bir müslüman kalbiyle idrak edelim.

Bugünkü Türkler siyasiyatta, ilmi, medeniyeti, hayatı te­lakkide daima üçe ayrıldıkları gibi ramazanı tahassüste de üçe ayrılıyorlar.
Bu üç zümrenin yalnız müşterek bir noktası var! Ramazana tehassür! Bir zümreye göre ramazan bir şehrayindir. Çörekli börekli, davullu dümbelekli, meddahlı Karagözlü, kahveli; nargileli, şuruplu şerbetli, amberli hacıyağlı, kandilli kâğıt fenerli bir şehrayin.

Bu zümrenin ramazan geldi mi hasreti coşuyor, hey gidi günler hey! Nerede eski ramazanlar diye bir acıklı hikâyedir tutturuyorlar ki her mevzu gibi yavaş yavaş beylik üsluba ge­çecek. İkinci bir zümre başta Dârü'l-Hikmetü'l-İslâmiyye ve bütün müttekîler ramazanı böyle anlayışa sinirleniyorlar, di­yorlar ki: "Ramazanı bizim mütemeddinlerimizin sevdiği tarz­da, bir şehrayindir, rengârenk gûnâgûn levhaları olan bir es­ki Şark âlemidir, diye Frenkler de seviyor; hattâ bu efendile­rin çoğu, ramazanı sevmeyi onların şairlerinden, ressamların­dan öğrenmiş olsalar gerek! Ramazan nefsimizle, dünyevi-hırslarımızla mücadele ettiğimiz bir aydır. Camilerimizde po­tinlerini çıkaramayanlar, pantolonları yüzünden diz çökeme-yenler bir gün, hatta o değil, iftira kadar ancak birkaç saat açlığa katlanamayanlar, neden seviniyorlar?" cedlerimizin mübarek an'anelerini güden bu muttaki, musalli, mutekid zümre hiç olmazsa bu ay müddetince orucu, namazı, sada­kayı, nefsimizi tezkiyeyi tavsiye ediyor. Lakin bir zamandır bu memlekette bir üçüncü zümre türedi. Bu zümre diyor ki: "Se­nede bir defa gelen bu otuz günlük sürekli şehrayin içinde büyük mazinin şaşaasını yaşıyoruz; lakin bu levha mazidir, biz onun içinde bir müzede dolaşır gibi dolaşıyoruz, zevk alıyoruz, eğleniyoruz. Kendimiz ondan değil ve ona Frenkler kadar yabancıyız. Eğer bu levhanın biraz daha hayatı varsa o eski sürekli hayattan bakiyedir; eski İslam medeniyeti sön­dükten sonra İslâm imamı da gevşedi. İbadet bile ancak bir teamül hâline girdi. Bununçündür ki Yunan Hükümeti gibi bu milletin, bu dinin imhasına çalışan bir hükümet, zaptettiği müslüman memleketlerinde müslüman ahâliye jandarma­larının kırbacıyla namaz kıldırmak, cezayı nakdi tertibiyle oruç tutturmak istihzasına cür'et ediyor. Emindir ki, bugünkü Müslümanların ibadeti o eski iman devirlerimizdeki ibadet gi­bi bir iman olmaktan uzak ve sadece bir teamüldür. Eğer bu­günkü ibadetlerimiz cedlerimizinki gibi pür iman olsaydı, Yu­nan Hükümeti aksine hareket ederdi. Müslümanların elinden her türlü hakk-ı hayatlarını aldığı gibi ibadetlerine de mâni olurdu.

Biz cedlerimiz kadar Müslüman, onların diyanetine sa­hip, onlar kadar imanı hararetli olursan bu mübarek ay yeni bir şaşaa ile dirilir. Bir müze, bir şehrayin olmaktan çıkar, her sene tekerrür eden bir tasfiye merhalesi olur."

Kimi eski ramazanlara mütehassir, kimi ramazanı cedlerimizin lezzetiyle hâlâ yaşıyor. Kimi ramazanın da her şey gi­bi zevalinden korkuyor. Maamafih ramazan eski medeniyeti­mizin ufak tefek güzellikleriyle devrine devam ediyor. Her se­ne gibi bu sene de ramazana girerken biraz gurbetten çıkaca­ğız!

EĞİL DAĞLAR

Eğil dağlar eğil üstünden aşam

Felâketin bin acısına mukabil bir hayrı da olmaz olur mu? Yunanlılar bin seneden beri Hudâvendigâr toprağına kök salmış olan Türklüğün köklerini koparmaya savaşırken o topraklar altında yatan ilk Türk beylerini, ilk İslam şehitlerini, ilk Osmanlı padişahlarını uyandırdılar. İki sene evvel İzmir rıhtımında açtıkları facia devresinde bu millet umdukları gibi kanlar içinde boğulmadı, bilakis kanlar içinde dirildi, gözleri­ni açtı, yeni, yepyeni bir hayat idrak etti. Ertuğrul'un türbesi­ni yıktıklarını duyanlar Küçük Asya'nın bütün dağlarından yavaş yavaş iniyor, Söğüt'e doğru yürüyor. Bu saat Hu­dâvendigâr toprağına doğru,, bütün Anadolu'da öyle önüne geçilmez bir yürüyüş var; Tesalya ovalarını inleten meşhur türkü bütün Anadolu vadilerinden geliyor:
"Eğil dağlar eğil üstünden aşam
Yeni tâlim çıkmış varam ahşam!"

Ah bu türkü! Yirmi dört sen evvel hangi şehirden, hangi köyden, hangi kulübeden birdenbire aksetti? Türkleri daima şen olan İzmir'den mi? Daima kahramanca olan Aydın'dan mı? Yoksa daima bağrı yanık olan Edirne'den mi? Nereden? Güftesini üslubu gibi bestesinin zevkinden de nereden çıktığı belli değil; her türkünün iklimi şivesinden az çok belli olur, bunun bilakis menşei Rumeli midir? Anadolu mu anlaşılamı­yor, o kadar millî!

Yirmi dört sene evvel ilk çıktığı zaman vatanın bütün so­kaklarında, Tesalya'ya doğru redif taşıyan Anadolu ve Rume­li trenlerinde yalnız bu türkü işitiliyordu:

"Eğil dağlar eğil üstünden aşam
Yeni tâlim çıkmış varam akşam!"

O harbin redifleri bu türküyü geçtikleri bütün şehirlere baktılar, İstanbul, Selanik, İzmir, Beyrut, Halep, Üsküp, Ma­nastır kafeşantanları sabahlara kadar tekrar ettiler. Erzu­rum'dan Yanya'ya kadar, Alasonya'dan Dökeme Tepeleri'ne kadar her tarafta bu türkü aksediyordu.

"Eğil dağlar eğil üstünden aşam!"

Bu türkü yeni Türk şiirinin ilk ve maatteessüf son güzel eseridir; çünkü ondan beri bu kadar şevkli, atılışlı, canlı mıs­ralar söylenmedi. Üst tabakanın edebiyatı ya bir nazire geve­lemesi, yahut da sıkıntı veren bir sinir iniltisi hâlinde iken alt tabakanın insanları köylüler: "Eğil dağlar! Eğil!" tarzında ne kadar atılışlı bir hayalle kıyam ediyorlardı, yeni talim çıktığını haber almış koşuyorlardı, yeni ve muntazam bir millet olma­ğa ne kadar şâyân-ı dikkat bir heves gösteriyorlardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder