Eğil Dağlar / Yahya Kemal BEYATLI |
Eğil Dağlar, Yahya Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasında kaleme aldığı yazılardan oluşan bir eserdir. Ayrıca eser, Kurtuluş Savaşının günü gününe yazılmış en yakın tarihidir. Yahya Kemal bu eserle, Millî Mücadeleye bilgi ve fikirle hizmet etmiş, milletimizin kendine güvenmesi ve dimdik ayakta durması için neler yapması gerektiğini anlatmıştır. Kitapta Yahya Kemal'in Kurtuluş Savaşı için yazmış olduğu 86 yazı vardır.
YAHYA KEMAL
2
Aralık 1884'te Üsküp'te dünyaya gelen Yahya Kemal, 1 Kasım 1958'te
İstanbul'da vefat etmiştir. İlköğrenimini Üsküp'te tamamlayan Yahya
Kemal, Selanik'te başladığı orta öğrenimini 1902'de geldiği İstanbul'da
Vefa Lisesi'nde tamamladı. Bir süre sonra da 1903 yılında Paris'e giden
Yahya Kemal, Fransızca öğrendikten sonra Siyasal Bilgiler Fakülte-si'ne
girdi. Dokuz yıl kaldığı Paris'ten 1912'de İstanbul'a döndü. 1915-1923
yılları arasında İstanbul Üniversitesi'nde çeşitli dersler okuttu. 1923
yılında ise Urfa milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
girdi. Ardından 1926 yılında Varşova, 1929 yılında da Madrid Orta
Elçiliklerine atandı. Yurda döndükten sonra ise önce 1935-1942
yıllarında Tekirdağ, 1943-1946 yılları arasında ise İstanbul
milletvekilliği yaptı. 1948 yılında yeniden büyük elçi olarak Pakistan'a
gitti, bir yıl sonra emekliye ayrılarak yurda döndü.
ESERLERİ
l.Kendi Gök Kubbemiz (1961)
2. Eski Şiirin Rüzgarıyla (1962)
3. Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963)
4. Aziz İstanbul (1964)
5. Eğil Dağlar (1966)
6. Siyasi Hikâyeler (1968)
7. Siyasi ve Edebi Portreler (1968)
8. Edebiyata Dair (1971)
9. Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım (1973)
10. Tarih Musahabeleri (1975)
11. Bitmemiş Şiirler (1976)
12. Mektuplar - Makaleler (1977)
EĞİL DAĞLAR
Yahya
Kemal, klasik kültürden istifade ederek Batı tekniğiyle eserler verdi.
Avrupa dönüşü Yeni Mecmua'da yayımladığı eserleriyle tanındı. Yahya
Kemal'in asıl üstünde durduğu konu, Osmanlı tarih şuuru ve şiiridir.
Yeni üslup ve sade dille yazdıklarında da yazarın genel olarak Osmanlı
medeniyet ve kültürüne bağlı kaldığı görülür. Onda tarih, vatan,
millet ve İstanbul sevgisi, hep bu açıdan işlenir. Duygu, düşünce ve
hayali ustalıkla kaynaştıran yazar pek çoğuna hikâye karakteri verdiği
lirik, epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz, ölüm ve
sonsuzluktan da alır.
Eğil
Dağlar, Yahya Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasında kaleme aldığı
yazılardan oluşan bir eserdir. Ayrıca eser, Kurtuluş Savaşının günü
gününe yazılmış en yakın tarihidir. Yahya Kemal bu eserle, Millî
Mücadeleye bilgi ve fikirle hizmet etmiş, milletimizin kendine
güvenmesi ve dimdik ayakta durması için neler yapması gerektiğini
anlatmıştır. Kitapta Yahya Kemal'in Kurtuluş Savaşı için yazmış olduğu
86 yazı vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: Millî Fikirler, Misak-ı
Millî, Ramazanla Beraber, Kandiller Yanarken, Yunan Buhranı, Tevekkül
ve Vazife, İstanbul'da Bekamız, İlimde Amel, Kıssadan Hisse, İstiklal
Hissimiz, Yeni Türk Ruhu, 23 Nisan, vb.
EĞİL DAĞLAR'dan
Bu şehir Türk'tür ve Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir âlem kaybeder.
Mütarekenin
ilk senesi, eli bayraklı Yunan taşkınlığı, yapılacak her alayiş gibi
yapılmayacak her nümayişi yapmış, İstanbul'u yâr ü ağyâre bir Yunan
şehri olarak göstermeye çalışmış bizim gibi ecnebilerin gözlerini de
uzun bir müddet Elenizmos'un tütsüsüyle bulandırmıştı. O senenin
ramazanı geldi. Bir gece Rumları tanıyan ve bizi seven bir ecnebi ile
Moda'daydım. Karşıdan İstanbul, mahyalarıyla, minarelerinin
şerefelerindeki kandilleriyle görünüyordu. O ecnebi bu manzaraya baktı,
baktı: "Bu şehir Türk’tür ve Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir
âlem kaybeder!" dedi. Bu heyecanından biraz sonra da bu muazzam mahya
ve kandil nümayişi karşısında hatırına gelen bir mülahazayı söyledi:
"Rumlar bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere
başvurmadılar, kendi evlerinden sonra Beyoğlu'nda Türk emlakini da
maviye beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız lakin bu akşam ne sizin
ne de hükümetinizin tertibi eseri olarak minareler kendiliğinden öyle
bir nümayiş yaptılar ki bu şehrin milliyetini tamamıyla gösterir."
Hakikaten İstanbul'un o gece nümayişi, o senenin bütün çirkin
nümayişlerini söndürmüştü.
Bu
akşam İstanbul'u bir daha o hâlinde göreceğiz. Yalnız artık gönlümüz
mahyalara kanmıyor. Uzun seneler vatanda gurbet nasıl olurmuş duyduk.
Kazâ ve kaderin cilvesinden sonra istiyoruz ki ramazanı cedlerimiz gibi
ferahlı bir müslüman kalbiyle idrak edelim.
Bugünkü
Türkler siyasiyatta, ilmi, medeniyeti, hayatı telakkide daima üçe
ayrıldıkları gibi ramazanı tahassüste de üçe ayrılıyorlar.
Bu
üç zümrenin yalnız müşterek bir noktası var! Ramazana tehassür! Bir
zümreye göre ramazan bir şehrayindir. Çörekli börekli, davullu
dümbelekli, meddahlı Karagözlü, kahveli; nargileli, şuruplu şerbetli,
amberli hacıyağlı, kandilli kâğıt fenerli bir şehrayin.
Bu
zümrenin ramazan geldi mi hasreti coşuyor, hey gidi günler hey! Nerede
eski ramazanlar diye bir acıklı hikâyedir tutturuyorlar ki her mevzu
gibi yavaş yavaş beylik üsluba geçecek. İkinci bir zümre başta
Dârü'l-Hikmetü'l-İslâmiyye ve bütün müttekîler ramazanı böyle anlayışa
sinirleniyorlar, diyorlar ki: "Ramazanı bizim mütemeddinlerimizin
sevdiği tarzda, bir şehrayindir, rengârenk gûnâgûn levhaları olan bir
eski Şark âlemidir, diye Frenkler de seviyor; hattâ bu efendilerin
çoğu, ramazanı sevmeyi onların şairlerinden, ressamlarından öğrenmiş
olsalar gerek! Ramazan nefsimizle, dünyevi-hırslarımızla mücadele
ettiğimiz bir aydır. Camilerimizde potinlerini çıkaramayanlar,
pantolonları yüzünden diz çökeme-yenler bir gün, hatta o değil, iftira
kadar ancak birkaç saat açlığa katlanamayanlar, neden seviniyorlar?"
cedlerimizin mübarek an'anelerini güden bu muttaki, musalli, mutekid
zümre hiç olmazsa bu ay müddetince orucu, namazı, sadakayı, nefsimizi
tezkiyeyi tavsiye ediyor. Lakin bir zamandır bu memlekette bir üçüncü
zümre türedi. Bu zümre diyor ki: "Senede bir defa gelen bu otuz günlük
sürekli şehrayin içinde büyük mazinin şaşaasını yaşıyoruz; lakin bu
levha mazidir, biz onun içinde bir müzede dolaşır gibi dolaşıyoruz, zevk
alıyoruz, eğleniyoruz. Kendimiz ondan değil ve ona Frenkler kadar
yabancıyız. Eğer bu levhanın biraz daha hayatı varsa o eski sürekli
hayattan bakiyedir; eski İslam medeniyeti söndükten sonra İslâm imamı
da gevşedi. İbadet bile ancak bir teamül hâline girdi. Bununçündür ki
Yunan Hükümeti gibi bu milletin, bu dinin imhasına çalışan bir hükümet,
zaptettiği müslüman memleketlerinde müslüman ahâliye jandarmalarının
kırbacıyla namaz kıldırmak, cezayı nakdi tertibiyle oruç tutturmak
istihzasına cür'et ediyor. Emindir ki, bugünkü Müslümanların
ibadeti o eski iman devirlerimizdeki ibadet gibi bir iman olmaktan uzak
ve sadece bir teamüldür. Eğer bugünkü ibadetlerimiz cedlerimizinki
gibi pür iman olsaydı, Yunan Hükümeti aksine hareket ederdi.
Müslümanların elinden her türlü hakk-ı hayatlarını aldığı gibi
ibadetlerine de mâni olurdu.
Biz
cedlerimiz kadar Müslüman, onların diyanetine sahip, onlar kadar imanı
hararetli olursan bu mübarek ay yeni bir şaşaa ile dirilir. Bir müze,
bir şehrayin olmaktan çıkar, her sene tekerrür eden bir tasfiye
merhalesi olur."
Kimi
eski ramazanlara mütehassir, kimi ramazanı cedlerimizin lezzetiyle hâlâ
yaşıyor. Kimi ramazanın da her şey gibi zevalinden korkuyor. Maamafih
ramazan eski medeniyetimizin ufak tefek güzellikleriyle devrine devam
ediyor. Her sene gibi bu sene de ramazana girerken biraz gurbetten
çıkacağız!
EĞİL DAĞLAR
Eğil dağlar eğil üstünden aşam
Felâketin
bin acısına mukabil bir hayrı da olmaz olur mu? Yunanlılar bin seneden
beri Hudâvendigâr toprağına kök salmış olan Türklüğün köklerini
koparmaya savaşırken o topraklar altında yatan ilk Türk beylerini, ilk
İslam şehitlerini, ilk Osmanlı padişahlarını uyandırdılar. İki sene
evvel İzmir rıhtımında açtıkları facia devresinde bu millet umdukları
gibi kanlar içinde boğulmadı, bilakis kanlar içinde dirildi, gözlerini
açtı, yeni, yepyeni bir hayat idrak etti. Ertuğrul'un türbesini
yıktıklarını duyanlar Küçük Asya'nın bütün dağlarından yavaş yavaş
iniyor, Söğüt'e doğru yürüyor. Bu saat Hudâvendigâr toprağına doğru,,
bütün Anadolu'da öyle önüne geçilmez bir yürüyüş var; Tesalya ovalarını
inleten meşhur türkü bütün Anadolu vadilerinden geliyor:
"Eğil dağlar eğil üstünden aşam
Yeni tâlim çıkmış varam ahşam!"
Ah
bu türkü! Yirmi dört sen evvel hangi şehirden, hangi köyden, hangi
kulübeden birdenbire aksetti? Türkleri daima şen olan İzmir'den mi?
Daima kahramanca olan Aydın'dan mı? Yoksa daima bağrı yanık olan
Edirne'den mi? Nereden? Güftesini üslubu gibi bestesinin zevkinden de
nereden çıktığı belli değil; her türkünün iklimi şivesinden az çok belli
olur, bunun bilakis menşei Rumeli midir? Anadolu mu anlaşılamıyor, o
kadar millî!
Yirmi
dört sene evvel ilk çıktığı zaman vatanın bütün sokaklarında,
Tesalya'ya doğru redif taşıyan Anadolu ve Rumeli trenlerinde yalnız bu
türkü işitiliyordu:
"Eğil dağlar eğil üstünden aşam
Yeni tâlim çıkmış varam akşam!"
O
harbin redifleri bu türküyü geçtikleri bütün şehirlere baktılar,
İstanbul, Selanik, İzmir, Beyrut, Halep, Üsküp, Manastır kafeşantanları
sabahlara kadar tekrar ettiler. Erzurum'dan Yanya'ya kadar,
Alasonya'dan Dökeme Tepeleri'ne kadar her tarafta bu türkü aksediyordu.
"Eğil dağlar eğil üstünden aşam!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder